Tasavvuf, hadîs, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, vâiz ve hatîb. Künyesi Ebû Tâhir'dir. İsmi, Muhammed olup babasınınki Hüseyin'dir. 1159 (H.554) yılında Mısır'da Dimyat taraflarında bir yer olan Cevcer'de doğdu. Mahallî ve Ensârî nisbet edildi. Câmi-i Mısr-ı Atîk'de ve Câmi-i Amr ibni Âs'da hatîblik yaptığı için Hatîb Ebû Tâhir diye tanındı.

Önceleri kötü kimselerle arkadaşlık edip, Allahü teâlânın rızâsına uygun olmayan işlerle meşgûl idi. Genç yaşta hâlinin kötülüğünü anlayıp tövbe ederek, kendini ilim ve ibâdete verdi. Zamanında Mısır'ın üç büyük fıkıh âliminden ders aldı. Bu âlimlerden Tâcüddîn Muhammed bin Hibetullah Hamevî'nin sohbetinde kemâle geldi. Ebû İshâk Irâkî ve Ali bin Zeyn et-Tüccâr da, onun diğer fıkıh hocalarıydı. Hadîs ilmini ise, Hâfız İbrâhim bin Ömer Si'ridî'den öğrendi. Eş-Şeyh-ül-Celî, es-Seyyid-ül-Kebîr Ebû Abdullah Kuraşî'nin sohbetlerinde bulundu.

Ebû Tâhir Abdullah fıkıh ve usûl ilimlerinde çok ilerledi. İnsanların sorularına cevap verir, sıkıntılarını giderirdi. Kendisine yapılan kadılık tekliflerini reddederdi. Câmi-i Atîk ve Câmi-i Amr ibni Âs'ta hatîblik yapar, tâliblerine usûl ve fıkıh dersleri verirdi. Şâfiî mezhebine göre fetvâ verirdi. Kimseden hiçbir şey istemez, hiçbir şekilde hediye kabûl etmezdi. Mısır Eyyûbî Sultanı Melik Nâsırüddîn Kâmil tarafından, kardeşi Şam Sultanı Melik-ül-Eşref Muzafferüddîn Mûsâ'ya, aralarında sulh yapmak için elçi olarak gönderildi. İki kardeşin aralarındaki kırgınlıkları atarak barışmalarını sağlayıp, iki müslüman devletin birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarına vesîle oldu. Allahü teâlânın rızâsını kazanabilmek gâyesiyle kendisini ilim ve ibâdete verdi. Gece ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirirdi. "Din nasîhattir." emrine uymak için, insanlara devamlı nasihatlerde bulunurdu.

Allahü teâlânın emir ve yasaklarını çok iyi bilir ve bildiklerini tatbik ederdi. Allahü teâlânın rızâsına muhâlif bir iş yapmamak ve bir söz söylememek için çalışırdı. Selef-i sâlihîn gibi yaşamaya gayret eder, Resûlullah efendimize bütün hâl ve hareketlerinde uymağa çalışırdı. Dünyâ ve dünyâ malına hiç kıymet vermezdi. Eline geçeni Allahü teâlânın dîninin yayılması ve kullarının ihtiyaçlarının karşılanması için harcardı. Kimseye ihtiyâcından bahsetmez, ihtiyâcını cenâb-ı Hakk'a arz ederdi. Pekçok kerâmetleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı.

Birçok talebe yetiştirdi. İbn-i Kalyûbî'nin babası Ziyâüddîn Ebû Ravh Îsâ bin Rıdvan Askalânî, Ebü'l-Hüseyin Yahyâ bin Hüseyin bin Attâr Kuraşî, İbn-i Rif'a ve daha birçok âlim kendisinden ilim öğrendi. İbn-i Kalyûbî, onun kerâmet ve menkıbelerini Ez-Zâhir fî Menâkıb-ı Ebû Tâhir adlı eserinde yazdı. Bu eserden okunan, Ebû Tâhir Mahallî hazretlerinin hâl ve kerâmetleri, dilden dile, gönülden gönüle aktarıldı.

Yine İbn-i Kalyûbî babasından şöyle nakleder: "Bir gün Ebû Tâhir'in kitaplarından bir kitap aldım. Dışına bir şey bulaştı. Öyle bırakırsam eline bulaşır, diye düşündüm. Su ile yıkadım, temizlendi. Kitabı teslim etmek için götürdüğümde: "Kimden izin alıp da kitabın cildini yıkadın?" diye suâl edince, hiçbir şey söyleyemedim. Bir defâsında da huzûrlarına vardım. Arkasında namaz kıldıktan sonra müthiş bir şekilde karnım ağrımaya başladı ve şiddetinden yerimde duramaz oldum. Ebû Tâhir hazretleri ellerini uzattılar. Onun eline yapıştığım anda hiçbir şeyim kalmadı."

Kâdı Şerefüddîn ibni Ayniddevle, minberde iken kendisi için duâ etmesini istedi. Uzun bir zaman sonra karşılaştılar. Kâdı Şerefüddîn'e; "Sen söylediğinden bu yana, hiçbir Cumâ hutbesinde, senin için duâ etmeyi unutmadım." dedi.

Ebû Tâhir Mahallî 1235 (H.633) yılında vefât etti. Cenâze namazını çok kalabalık bir cemâat kıldı. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden İmâm-ı Müzenî'nin cenâze namazından bu yana, Mısır'da böyle bir kalabalık görülmedi. Âlim, âmir, fakîr, zengin, câhil, sultân herkes onun cenâzesine iştirâk etti. Melik Kâmil Şam'da olduğu için, oğlu Sultan Âdil hazır bulundu. Mukattam dağı eteklerine, sıcak bir günde defnedildi. Kabri herkes tarafından bilinmekte ve ziyârette bulunularak, istifâde edilmektedir.

HİÇ SAVAŞA GİRMEMİŞ GİBİ

İbn-i Kalyûbî anlatır: Zamânın sultânı yolculuğa çıkacağı zaman Ebû Tâhir Mahallî'ye uğrar, onun duâsını almadan yola çıkmazdı. O da her defâsında; "Allahü teâlâ, sultânı muvaffak etsin." diye duâ ederdi. Yine bir seferinde Sultan ve arkadaşları kendisini ziyâret edip duâsını aldılar. Onlar ayrıldıktan sonra; "Sanki düşmanlarının üstüne gidiyormuş gibi benden nusret için duâ istedi." dedi. Daha sonra sultânın askerleri arasına katılıp, Avrupa'dan gelen zâlim Haçlı kuvvetlerine karşı çarpışmak için gitti. Mensûre'deki savaşta atından inip düşmanla savaştı. Yanındakiler, hep şehid oldular. O da pekçok kâfiri öldürdü. Ebû Tâhir Mahallî'ye de birçok ok ve kılıç darbesi isâbet etmesine rağmen, hiç savaşa girmemiş gibi geri döndü."

1) Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî); c.8, s.48

2) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.411

3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.260